Eğitim-Rehberlik

SANDALYE

Kerem Hoca öğretmenler odasına bir hışımla içeri girer:
– Teessüf ederim arkadaşları, hepinizi en içten duygularımla(!) kınıyorum.
Ne olduğunu anlamayan ve bu girişe şaşıran öğretmenler bir an duraksadı. Öğretmenlerden biri:
– Hayırdır hocam bu şiddet bu ne celal! Sen bahçede nöbetçiyken bütün çocukları bahçeye mi çıkardık? Yerli Malı Haftası’nı kutladık da sınıfa davet etmedik mi? Çay içtik de çağırmadık mı?
– Çok daha beterini yaptınız. Söylemediniz, ayıptır, günahtır, yazıktır. Bu bilgiyi benden nasıl saklarsınız? Kaç yıldır beraber aynı okuldayız, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmiyor. Ama kimse bunu bana söylemedi. Yıkıldım, hayal kırıklığına uğradım doğrusu. Bu mudur arkadaşlık, bu mudur yoldaşlık? Oysa ben bu altın bilgiyi elime geçirseydim hemen paylaşırdım sizinle. Ama siz ne yaptınız, kendi aranızda konuştunuz ama bana bir şey söylemediniz. Çok gizli ve tehlikeli bir bilgiymiş gibi sakındınız benden bunu. Stajyer öğretmenler bile biliyormuş.
Öğretmenler odasındakiler Kerem Hoca’nın söylediklerinden hiçbir şey anlamamış, birbirlerine bakıp dudak büküyorlardı. Sınıf defterini dolduranlar, borsa hakkında hararetli konuşmalar yapanlar, öğrencileri çekiştirenler, örgü örenler, araba fiyatları ile ilgili tartışanlar kısacası öğretmenler odasındaki bütün öğretmenler her şeyi bırakıp Kerem Hoca’ya kulak kesildiler. Onu bu kadar üzen, kızdıran ve küstüren şey neydi acaba? Kesin ek ders ücretleri bu sefer erkenden yatmış ama kimse ona söylememiş. Herkesin aklına nedense bir tek bu sebep gelmiş ve ek ders ücretlerinin yatmış olduğu bilgisinin onlara da söylenememiş olmasına kızdılar. Bir süre sessizlik hâkim sürdü odada. Bu sessizliği köşede uyumaya çalışan emekli bir öğretmen bozdu:
– Arkadaşlar ben de teessüf ederim madem ek dersler yattı neden söylemiyorsunuz dedi. Kredi kartının son ödeme tarihi çoktan geçti. Asgarisini bile yatıramamıştı. O anda herkes telefonu eline alıp bank hesaplarını inceledi.
-Yatmamış ki,
– Eee bende de bir şey yok,
– Benim hesap eksideydi zaten gene ekside. Sözleri havada uçuştu. Gözler bir daha Kerem Hoca’daydı. O da ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

– Ben ek derslerden mi bahsettim arkadaşlar? Lütfen konuyu hemen değiştirmeye çalışmayın. Anladım bu organize bir şey var ve sadece bana söylenmemiş. Ama saklayamazsınız çünkü kesin olarak artık eminim, öğrendim. Birkaç derstir boş derslerimde sınıfların önünden geçiyor ve bir bahane ile sınıflara girip çıkıyorum. Hepinizi gördüm, istisnasız herkesi otururken gördüm. Keyfiniz de yerindeydi. Boşuna oyalamayın beni.
Bu sefer herkes bir birine bakmaya başladı. Acaba bu çok gizli bilgi neydi ve kimler biliyordu. Aynı soru herkesin aklında. Bu büyük sır ne acaba?
– Ben de sanıyordum ki, orada öğretmen masasının hemen dibinde duran masum eşya bir ders materyali olarak konumlandırılmış; perdeleri takarken üstüne çıkmak, sınıfta canlandırma yapmak, sınıf defterini yazarken kullanmak için sınıfa konmuş sanıyordum. Meğer öyle değilmiş.
Bu muğlak ifadelerden kimse bir şey anlamayıp ‘eee hoca biraz açsana konuyu’ bakışları atılınca Kerem Hoca devam etti.
– Sandalye diyorum, öğretmen sandalyesi.
– Eeeee
– Esi, biz öğretmenlerin oraya oturması içinmiş o sandalye.
– Eeee
– Ne eeee, ben hep ayaktaydım bütün dersler boyunca. Hatta 20 yıl boyunca…
– Neee ?
– Meslekte 20.yıla yaklaşınca fark ettim, bunu.
– Kerem Hocam, lütfen bunun şaka olduğunu söyle.

– Şaka değil. Ben de eve pilim bitmiş vaziyette gitmeyi yaşlanmakla ilişkilendiriyordum.
– İlahi hocam. Kameranın nerede olduğunu söyle lütfen. Biz de o tarafa dönüp el salayalım.
– Tabii ki, öğretmenlerin o kadar dinç olması biraz tuhaftı. Oysa ben hep yorgun oluyordum gün sonunda. Sizlere her zaman imrenirdim nasıl olur da bu kadar dinç olabiliyorsunuz diye.
– Yok, daha neler! Şimdi siz sandalyeyi kullanmadığınızı mı söylüyorsunuz?
Odadan yayılan şaşkınlık ifadeleri, tuhaf bakışlar ve iğneleyici sözler karşısında içine düşmüş olduğu komik durumu fark edince, Kerem Hoca:
– Geç oldu ama güzel oldu. Sandalye de sandalyeymiş ha. Bir de oturarak ders anlatma dönemine geçiş yapmış bulunuyorum, ellerimi ensemde birleştiriyor, bacak bacak üstüne atıyor ve ‘yazın çocuklar’ diyorum. Ne kadar da kolaymış bu öğretmenlik.
Birkaç Ay Sonra
Yusuf Hoca sandalyeyi keşfetmesinin üzerinden birkaç ay geçmiş olmasına rağmen içindeki meslek aşkının sanki şırıngayla yavaş yavaş çekilmekte olduğunu fark ediyordu. Sandalye onu ele geçirmiş; ilgisiz, kaygısız, tembel ve umursamaz biri yapmıştı. Ondaki ‘Huzursuz Öğretmen Sendromu’ artık kayboluyordu. Bu güzel bir şeydi görünürde. Dökülen saçlar geri gelmiş, beyazlaşan saç siyahlaşmış, sağlığı hiç olmadığı kadar iyiymiş. Evde çocuklarıyla da arası düzelmiş, parka bahçeye daha sık götürür olmuş onları. Çocuklarının da büyüdüğünü ve okula gittiklerini fark etmiş. Hatta öğretmenlerin onlara ödev verdiğini de…

Artık öğrencilerdeki hataların, eksikliklerin, başarısızlıklarının aslında kendisiyle fazla ilgili olmadığını anlamıştı. Onlara çok fazla müdahale etmenin bir anlamı yoktu. Şimdiye kadar hiç sahiplenmediği Öğrencilerinin başarısını sahiplenmesi gerektiğini ve her yerde bunu anlatmasının, öğretmenliğin olmazsa olmaz olduğunu öğrenmişti. Öğrencilerini her zaman koruyup kollamaması ve veli şikâyetlerini önemsememesi gerektiğini, derse hazırlanmadan da gelinebileceğini de anlamıştı. Ne gerek vardı bu kadar çalışmaya, kendini hırpalamaya!
Ama yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Onu, rahatsız eden, yavaş yavaş ele geçiren ve değiştiren bir şeyler. Yüzüklerin Efendisi’ndeki yüzük misali sandalye onu avucunun içine almıştı. Sandalyeden önce ve sandalyeden sonra (S.Ö/S.S) diye ikiye ayrılır olmuştu öğretmenlik hayatı. Frodo’nun ‘Keşke yüzük bana hiç gelmeseydi’ dediği gibi o da ‘Keşke o sandalyeye hiç oturmasaydım’ diyordu. Ama artık çok geçti. Güç sandalyedeydi. Öğretmenliğinin bittiği gün, sandalyeye oturduğu gündü.

Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

To Top